Barcelona'dan Hola!

Hola!
Ucuz uçak biletleri ve bir o kadar da ucuz bir otel bulunca, son dakika kararıyla kendimizi haftasonu için Barcelona'ya atmış bulunmaktayız! 
Döndüğümde neler yaptığımızı, nerelere gittiğimizi detaylı anlatacağım. Şimdilik küçük bir Barcelona kafesinde kahvaltı yaparken, sizinle bir fotoğraf paylaşıp, Barcelona'yı keşfe çıkmak üzere kaçıyorum!
Adiós amigos!


Sislerin İçinden Canım...

Bugün bol sisli, buz gibi bir sabaha uyandık ki ben sisli havaları hiç sevmem...


İsterim ki bakınca pırıl pırıl görebileyim metrelerce öteyi.
Oysa sis sanki sinsi bir perde gibi kaplar etrafı... Çirkinliklerle beraber tüm güzellikleri de örter...ve her sisli havada farkederim ki çirkinlikleri görmememek için güzelliklerden de olmaktansa, güzellikler için çirkinliklere katlanmayı tercih eder bu bünye...

Mesela Yener'in sislerin arasından alıp yemek masamıza bıraktığı bu küçük yaprak gibi...



Chalet Swiss'de Bir Akşam Yemeği

Daha önce de bahsettiğim gibi fondü yemeyi çok seviyorum! Eh hal böyle olunca, üstelik annem de Cenevre'ye gelmişken fondüsü oldukça övülen Chalet Swiss'in yolunu tuttuk.
Fondü İsviçre'de, iyiden iyiye soğuyan bu günlerde en çok tüketilen yemeklerden olsa gerek. Biz  de buz gibi sokaklardan kendimizi buram buram peynir kokan restauranta atıp, kaşkolumuzdan, eldivenlerimizden bir an önce kurtulduktan sonra verdik siparişlerimizi.


Ortamı anlatmak gerekirse ben pek bir numarasını göremedim açıkçası, sıradan bir İsviçre restaurantıydı. Biz mantarlı fondü seçmiştik ve ne yazık ki fondü de beklentilerimi karşılamadı. İçerisine aşırı derecede sarımsak atmışlardı.


Açıkçası ben biraz hayal kırıklığına uğradım. Çünkü farklı kişilerden Chalet Swiss'in fondüsünün çok övüldüğünü duymuştum. Belki bizim şansımıza kötü bir fondü geldi ama bana restaurantın genel havası da, hani şu ünlü ve turistik olan ama asla ve asla yerel bir lezzetin tadını tam olarak alamayacağınız, ortalama restaurantları anımsattı. Üstelik tuvaleti de oldukça özensizdi ki gittiğim mekanlarda ilk kontrol ettiğim yerdir tuvaletler! Bence bir mekana ne kadar özen gösterildiği tuvaletinden belli olur.

Kısacası Chalet Swiss benim açımdan sınıfta kaldı! Fakat yiğidi öldür, hakkını yeme demişler: Fondünün yanında gelen et tabağı ve sonrasında yediğimiz tatlıların her biri ayrı ayrı harikaydı!



Eğer yolunuz Cenevre'ye düşerse ve canınız fondü yemek isterse yine şehir merkezindeki Restaurant Edelweiss'ın fondüsünü tercih edin derim! Hem atmosfer, hem de lezzet olarak Chalet Swiss'den çok çok üstün!

Bir pazar gecesini de böyle bitirirken hepinize iyi haftalar diliyorum...

Chalet Swiss'in internet sitesine gitmek için buraya tık!
Restaurant Edelweiss'ın sitesine gitmek içinse buraya tık!


Yüzyılın Kuyruklu Yıldızı Teşrif Ediyormuş!

Rus gökbilimcileri Vitali Nevski ve Artyom Novichonok İson kuyrukluyıldızını 2012'nin Eylül ayında keşfetmişlerdi. 2013'ün başlarında İson'un Jüpiterin yörüngesi civarında yani çok uzakta olduğu biliniyor. İşin ilginç yanı bu yıldızın güneşe yaklaştıkça bir kaç ay boyunca gündüzleri dahi gözle görülebileciğini söylüyor gökbilimciler veeeee sıkı durun, İson'un dünyaya en yakınlaşacağı noktaya bugün yani 28 Kasım 2013'de varacağını söylüyorlar. Fakat her zamanki gibi olasılıklar da işin içerisinde. Şansımızın yaver gitmesi ve bu yıldızı çıplak gözle görebilmemiz, yıldızcığın güneşe yaklaştıkça radyasyonun etkisiyle tahrip olmamasına bağlı. Hadi bu gece hepimiz gökyüzüne bakalım!

Fotoğraf: http://www.huffingtonpost.com/david-j-eicher/how-to-see-comet-ison-thi_2_b_4254744.html


Blagay Tekkesi - Bosna Hersek'de Bir Derviş Evi

Blagay (Blagaj olarak yazılıyor), Bosna Hersek'te, Mostar havzasının güneydoğusunda yer alan şirin mi şirin bir kasaba. İsmini de Boşnakça'da ılık anlamına gelen 'blaga' dan aldığı düşünülüyor, çünkü ılıman bir iklimi var. Daha önce meşhur Mostar köprüsünü şu yazımda anlatmıştım. İşte Blagay da Mostar'ın çok çok yakınında bulunan bir kasaba.

Blagay ünlü Neretva nehrinin kollarından biri olan Buna nehrinin başladığı yerde. Dünyanın dört bir tarafından insanların burayı ziyarete gelmesinin nedeni ise su kaynağının hemen yanıbaşında bulunan Blagay Tekkesi. Bu tekkenin Osmanlılar için de ayrı bir önemi var: Yıllar boyunca Boşnakların müslümanlaşmasını sağlamış.

Fotoğraf http://www.visitmycountry.net/bosnia_herzegovina/ linkinden alınmıştır.

Şöyle ki: Bölge 1465'de Osmanlının eline geçtiğinde, bölgenin en güzel doğaya sahip yerine Osmanlı ruhunu taşıyan bir tekke kuruluyor. Osmanlı'dan gelip bu tekkeye yerleşen dervişler bölge halkına islamiyeti anlatıyorlar. Dervişlerin adaletli tavırları, hoşgörülü halleri yıllarca savaş yaşamış olan yerel halkı çok etkiliyor ve çok kısa sürede bir sürü yerli müslüman olmaya karar veriyor. Osmanlı da yeni müslümanlaşan bu halkı benimsiyor, bu bölgeye ve insanlarına oldukça yatırım yapıyor. Birçok Boşnağın içindeki Osmanlı sevgisinin de temelinin o zamanlarda atıldığı söyleniyor.Tekkenin bir de efsaneleşen Bektaşi kahramanı var: Fatih Sultan Mehmet'in oğlu Cem Sultan'ın derlediği Saltukname isimli efsanenin kahramanı Sarı Saltuk!

Biz parçalı bulutlu bir günde gittik bu ünlü tekkeye. Kah yağmur yağıyor, kah birden dağılan bulutların arasından içimizi ısıtan güneş kendini gösteriyor... Bu, başka bir dünyaya ait gibi duran kasabanın güzelliğine kapılıp, yüzümüzde engelleyemediğiniz bir gülümseme, önce toprak yollardan sonra da nehrin kenarından tekkeye doğru yola koyuluyoruz. Yolun kenarlarında yerli halk hemen arkalarındaki bahçelerinde yetiştirdikleri çilekleri, kirazları satıyorlar. Tekkeye vardığımızda sanki etrafımız bir huzur bulutuyla kaplıymış gibi hissediyoruz. Girişinde kadınların başlarını örtmesi isteniyor. Değişik dinlere mensup bir çok kadın hiç karşı koymadan başlarını örtüp öyle giriyorlar içeri.


Tekke çok sade döşenmiş, yerlerde boylu boyunca rengarenk kilimler serili. İçeride açıklanamayan bir huzur var. Hiç kimse konuşmuyor, herkes hayran hayran etrafını inceliyor. Siz diyin manzarasından, ben diyeyim geçmişte yaşananlardan kaynaklanan büyülü bir hava hakim içeride...


Tekkeden çıkınca hemen yanıbaşındaki buz gibi suya eğilip birer avuç içimize akıtıyoruz bu huzur akan nehirden.

Eğer bir gün yolunuz Bosna Hersek'e düşerse, kısa bir yolculukla bu büyülü kasabaya ve huzur dolu tekkeye ulaşabileceğinizi aklınızın bir köşesine not edin...

''Bu Yazın Fotoğrafı!'' Yarışmasında Son İki Gün!

Bildiğiniz gibi şu yazımda bir fotoğraf yarışması başlatmıştım. Katılım ve oylama için son iki gün, haber edeyim dedim. Şimdilik 11 kişi katıldı ve Melike'nin rengarenk deniz yıldızlı fotoğrafı 1. liği sırtlamış durumda.


Hepinizi yarışmaya, katılmak istemiyorsanız da mutlaka oy kullanmaya davet ediyorum.

Hamiş 1: Yarışmaya katılan sevgili 11 arkadaşım, lütfen sizler de en beğendğiniz fotoğrafa oyunuzu kullanın.

Hamiş 2: Şuradan yarışmaya katılabilir ve VOTE yazan kutucukları tıklayarak da istediğiniz fotoğrafa oy verebilirsiniz. Fakat önce siteye kayıt olmanız gerekiyor.

Ofis Manzaraları

Düzenli bir insan olduğumu söyleyemem.
Hatta açık söylemek gerekirse, ben bayağı dağınık bir insanım!
Ofiste de genelde kendi dağınıklığımdan yine kendim bunalıncaya kadar masamda her şeyi her yere atarak çalışmaya devam ederim. Sonra öyle bir an gelir ki ''ÖÖÖöeeeh! Çıldıriciim, her şey her yerde! Bu ne dağınıklık azizim!'' der hummalı bir derleme, toplama, temizleme ritüeline başlarım.

Bugün mesela,  bilgisayarımın başında işlere dalmış çalışırken bir an için kafamı bilgisayarın ekranından kaldırdım ve şu manzarayla karşılaştım:


Kullanılmış peçeteler kendi imparatorluklarını ilan etmiş, kimbilir ne zaman gelmiş mektup zarfları masanın en güzel yerlerine kıvrılmış, kablolar birbiriyle elim sende oynar pozisyondaydı. İşte o anda bir aydınlanma yaşadım ve içimde derinlerde bir yerde sakladığım titiz ev kadını, o derin uykusundan uyandı! Şöyle 10 dakikalık sıkı bir derleme-toplama-silme çalışmasından sonra bakın nasıl oldu masam:


Sonra mı? Sonra o titiz ev kadınını derin uykusuna bir sonraki aydınlanma anına kadar geri yolladım.

Öğretmenim Mori'yle Salı Buluşmaları'ndan 5 Alıntı

Çok çok uzun zamandır okumak istiyordum bu kitabı. Türkiye'de yaşarken bir çok kitapçıya sormuş, bulamamıştım. O zamanlar internetten alışveriş yapma alışkanlığım da pek yoktu...
Sonra Cenevre'de ingilizce kitaplar da satan bir alışveriş merkezinde ingilizce versiyonuna rastladım ve hemen aldım!

Görsel idefix'ten alınmıştır.

Hayatımda okurken en çok etkilendiğim kitaplardandı. Bunda gerçek bir yaşam öyküsünü konu almasının da yadsınamaz bir payı var. Kitabın konusuna gelirsek:

Kitabın yazarı Mitch Albom üniversitede okurken sosyoloji profesörü Morrie'ye çok hayrandır, Morrie ona bir çok konuda yol gösterir. Fakat asıl hikaye Mitch mezun olduktan yıllar sonra başlar.

Mitch bir TV programında öğretmeni Morrie'nin ALS hastalığına yakalandığını ve bu dünyadaki zamanının oldukça sınırlı olduğunu öğrenir. Yıllardır iletişim kurmadığı öğretmenini ziyaret etmek için bir salı günü Morrie'nin yanına gider. Morrie Mitch'den o günden itibaren ölene kadar her salı günü yanına gitmesini ister, bu onların son dersleri olacaktır.  O günden itibaren Mitch her salı günü Morrie'nin yanına gider ve bu yaşlı adamın hayata dair anlattığı hikayeleri dinler...Ölmekte olan adam yaşayan öğrencisine hayata dair bilmesi gerekenleri anlatır... Kitabı okurken beni etkileyen bazı cümleleri sizinle paylaşmak istedim:

1) "Ölüm bir hayatı sonlandırır, ilişkiyi değil!"

2) "Bu sadece sevgiyle değil, bir ailenin ne olduğuyla alakalı. Ailenin her zaman senin için orada olduğunu bilirsin. Hayatta başka hiç bir şey sana bu duyguyu vermez. Para vermez. Ün vermez. İşin vermez." 

3) "Yaşlanmak sadece yıpranmak demek değildir. Yaşlanmak büyümektir. Öleceğini bilmenin negatifliğini düşünmek yerine öleceğini anlamak ve tam da bu yüzden daha iyi bir hayat yaşamaktır."

4) "Kim olduğunu kabul et ve bundan zevk al!"

5) "Gerçek şudur ki: Nasıl ölüneceğini öğrendiğinde, nasıl yaşanacağını da öğrenirsin."

Kitabı dilerseniz şuradan alabilirsiniz.

Hamiş: Filmini izlemedim. Önce kitabı okumak istedim.

MİM - Mesleğimizin iyi-kötü yanları

Sevgili Uçan Karavan, çok güzel bir mim başlatmış. Şöyle de açıklamış :


''Hepimizin mesleğinin güzel yanları, kötü yanları var. Bu yanlara ek olarak bazı yetenekler olmadan bazı mesleklerde başarılı olmak imkansız, bu kesin.. Ben diyorum ki bu sefer farklı bir şey yapalım. Uzun zamandır yapmadığımız mimleme olaylarına bu sefer farklı yaklaşalım.. Mesleklerimiz hakkında birazcık bilgi verelim. Detay yok. Şirket mirket gibi. Genel olarak mesleğinin en güzel yanı, en kötü yanı, gerektirdiği yetenekler, meslekte gelişmek için gerekenler, ne biliyim aklınıza ne gelirse mesleğiniz hakkında yazabilirsiniz. Böylece meslek değiştirmek isteyenlere, yeni mezunlara bir nebze yardımımız olabilir. Ne dersiniz? ''
Uçan Karavan'ın başlattığı bu Mim'in konusunu meslek seçiminde kararsız olan arkadaşlarımız için çok yararlı buldum ve hemen sorularını cevapladım.

Şu an yaptığın mesleğe nasıl başladın? 

Öncelikle mesleğimden bahsedeyim. Aslında hala öğrenciyim. CERN'de, yani Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi'nde bir doktora öğrencisi olarak çalışıyorum. Üniversite sınavında bütün tercihlerim Fizik bölümlerinden oluşuyordu. Tek bir tane bile başka bölüm yazmamıştım. Hedefimse günün birinde CERN'e gelip buradaki araştırmaların bir ucundan tutabilmekti. Çukurova Üniversitesi Fizik bölümünden mezun olup, yüksek enerj fiziği dalında doktorama başladım, daha sonra bir projeye dahil olup, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu'nun verdiği bursla CERN'de çalışmaya geldim.

Mesleğin için gerekli karakteristik özellikler neler? 

Bu meslek için en en en önemli özellik merak! Merak etmelisiniz. Evreni, nasıl oluştuğunu, nelerden oluştuğunu bundan 13.7 milyar yıl önce ne olduğunu, kaderini...Sonra da azim geliyor sanırım. Çünkü eğer deneysel bir yüksek enerji fizikçisi olacaksanız önünüzde çok uzun bir yol, öğrenilecek çok fazla yeni bilgi var... Strese dayanıklı olmayı da eklemezsem olmaz. Çünkü CERN'de çalışmak bitmek bilmeyen bir stres ortamında bulunmak demek.

Olumlu yanları neler?

En başında insana verdiği tatmin duygusu. Düşünsenize bundan 13.7 milyar yıl önce büyük patlama olduğunda olanları araştırıyorsunuz, bir ucundan evrenin büyük sırlarını çözmeye ortak olmak için uğraşıyorsunuz.

Sonra dünyanın bir çok farklı ülkesinden, farklı kültürlerde yetişmiş insanla birlik içinde çalışıp iş üretmeyi öğreniyorsunuz.

Bir de merak boyutu var olayın tabii. Bir şeyi çok merak ettiğinizde ne olur? Gözünüze uyku girmez, 'Meraktan ölmek' diye deyim bile var. Bu merakınızı gidermek için bir şeyler yaparsınız. İşte eğer parçacıkların büyülü dünyasını merak ediyorsanız bu merakı gidermek için en iyi yer CERN!


Peki ya olumsuz yanları? 

En basitinden: yaşıtlarınız üniversiteyi bitirip hemen iş hayatına atılıp bir düzen kurarken siz master, doktora diye devam ediyor ve adeta hiç bitmeyecekmiş gibi gelen bir öğrencilik hayatı sürdürüyorsunuz.

Hiç bitmeyecek bir iş temposunda çalışmanız gerekiyor. Sabah 8 akşam 5'lik işlerden hoşlanan biriyseniz kesinlikle size göre değil!

Malum ülkemizde bilime verilen değer belli. Eğer bu mesleği seçmeyi düşünüyorsanız, hiç bir zaman öyle çok büyük paralar kazanamayacağınızın farkında olun.

Dileyen bütün arkadaşlarımı bu mim'i cevaplamaya davet ediyorum.

Bir yaz daha böyle akıp gider...ken bir Fotoğraf yarışması!

Merhaba!

Bu yaz da  ılık akşamlarında denizin kıyıya vurarken ki o sesini, insanın iliğini ısıtan güneşini, kumlardaki o sıcaklığı, kumsallardaki mis gibi güneş kremi kokusunu, akşam meltemlerini ve milyonlarca güzel anısını toplayıp gitmeye hazırlanırken bir fotoğraf yarışması yapmaya ve bu yazın anılarını ölümsüzleştirmeye karar verdim!

Yapmanız gereken tek şey şuraya tıklayıp dilediğiniz bir yaz fotoğrafınızı yüklemek ve koşulları yerine getirdiğinize dair bu paylaşımın sonuna yorum bırakmak. Yarışmanın kuralları yukarıdaki linkte mevcut. Kazananın hediyesi herkesin işine yarayacak bir şey olsun dedim ve fotoğraftaki şirin mi şirin 8GB lık USB bellekleri seçtim. İçinden beğendiğinizi yollayacağım.



İngilizce bilmeyenler için nasıl katılacağınızı detaylı bir şekilde anlatıyorum:

Öncelikle linki açtığınızda önünüze gelen pembe pencereden ('Have a look around but' yazan) facebook ile veya kendi emailinizi ve gerekli bilgileri yazarak siteye kaydoluyorsunuz.

1) Açılan pencerenin sağ üst köşesindeki 'Submit Entry' kısmına tıklıyorsunuz.

2)Title kısmına fotoğrafınızın başlığını yazıyorsunuz.

3)Öncelikle choose file diyip bilgisayarınızdan ilgili fotoğrafı seçiyor sonrasında hemen yanındaki Upload'a tıklıyorsunuz.

4)Publishing kısmında 'Published' e bir tık atıyorsunuz. kutucuğunu seçip Save'e tıklıyorsunuz.

5)I accept the Terms & Conditions of Use kutucuğunu seçip Save'e tıklıyorsunuz.


Şansınız bol olsun!

Jura'da Macera Parkuru

Uzun zamandır bir macera parkuruna gitmek istiyordum. Macera parkurunun ne olduğunu kısaca açıklamak gerekirse : Ormanlık alanın içerisine kurulmuş bu parkurlarda genellikle tırmanılacak alanlar, fileler, flying fox geçişleri (çelik halatlar kullanılarak dağcılık yöntemiyle yüksek bir yerin üzerinden kayarak geçmek) bulunuyor ve siz bir takım güvenlik ekipmanlarının yardımıyla bu parkuru bitirmeye çalışıyorsunuz. Türkiye'de de bazı şehirlerde varmış bu parkurlardan ama açıkçası ben ilk kez burada karşılaştım.
Bir kaç hafta önce bir grup arkadaşla Jura dağına yürüyüşe gittik. Orada bu parkurlardan birinin olduğunu öğrenince hemen parkurun yolunu tuttuk. Kişi başı 20 euroya güvenlik ekipmanlarımızı alıp, parkura adımımızı attık :)

İlk başta beceremem, oramı buramı kırarım diye çok korkmuştum ama neyseki korktuğum başıma gelmedi ve çok eğlenceli 2 saatin sonunda parkurun sonuna vardık.

Günümüzden geriye de bu fotoğraflar kaldı.




Hamiş: Bu macera parkuru olayı çok zevkliymiş. Herkese tavsiye ediyorum!

Laylaylom galiba bize göre gezmeler

Her sıradan insanoğlu gibi benim de arada kırostik damarım kabarabiliyor. Başlık ondan böyle oldu. Yoksa normalde boş vakitlerinde neyşınıl cografik de karıncayiyen belgeselleri izleyip, her gece uyumadan önce mutlaka Nietzsche okuyan (ağlarken mi ne yazdığı bir kitap varmış onu henüz okumadım *), bittabi sürekli Pink Floyd (parçalarını Serdar Ortaç pek güzel coverlar)  olsun, Tchaikovsky olsun kaliteli müzikler  dinleyen bir insanım.

Uzun lafın kısası bizim tayfa geçtiğimiz Cumartesi Annecy'ye gittik. Cenevre semalarında güneşten uzak yaşaya yaşaya iyice beti benzi atan bedenlerimiz birazcık güneş görsün, gölde yüzer, yorulunca çimlere yayılırız dedik. Evrene güzel enerjilerimizi gönderdik. Gönderdik de, Evren, Enerji, Secret, Falan ve de Fistan beni çok büyük hayal kırıklığına uğrattı! Daha havlularımızı sererken arının teki geldi, o kadar insanın içinde bacağımın orta yerinden soktu. Böyle bir acı yok. Sinsi, durup durup kendini tekrar hatırlatan bir acı. Neyse öyle sakatoş sakatoş suda bir iki kulaç attım. 

Biz tamamen 'Hava güzel, hadi Annecy'ye gidelim.' diye yola çıkmış, gelişine göre yaşayan bir grup insandık. Fakat hayat planlarını yine bize hiç bir şey sormadan yapmıştı. Tam çimlerde yayılmış keyif çatıyorken 'Bugün Annecy festivali var. Lütfen çimleri, gölün etrafını boşaltın' mealinde anonslar geçilmeye başladı. Peki dedik. Hayat bizi neden yoruyorsun? dedik. Kalktık şehir merkezine doğru yürüdük. Bu arada da bol bol fotoğraf çekildik. Siyah beyaz fotoğraflar tarafımızdan evrene gönderilen ve evrenin yanlış algıladığı enerjiye, renkli olanlar ise her zaman her yerde eğlenebilite kapasitemize göz kırparak bu postta yerlerini aldılar.



Hepinize gönderdiğiniz enerjinin evren tarafından doğru algılandığı bir hafta diliyorum :)

* Nietzsche Ağladığında- Irvin D. Yalom

Botanik - Deniz Anası, Gelincik ve diğerleri

Oturduğumuz küçük Fransız kasabasında Botanik isimli bir dükkan var.
Ben çok bunaldığım, içimi gıpgri bulutların kapladığını hissettiğim, yaşama sevinci yokluğu çekmeye başladığım bazı günlerde Botanik'e gidip yenileniyorum. Çünkü bu dükkan bana hayatta güzel şeylerin olduğunu, doğanın her şeye ama her şeye rağmen bir şekilde yoluna devam edeceğini, çiçeklerin yine açacağını, kuşların tekrar öteceğini hatırlatıyor! Peki neler mi var bu Botanik'te? Gelin beraber bakalım:


Bir kere rengarenk, misler gibi kokan bir sürü çiçek var! Sadece şu çiçekler bile insana yaşama sevinci depolamıyor mu? Ben aralarında yürümeyi, küçücük detaylarını, yapraklarındaki incecik damarlarını incelemeyi çok seviyorum ve her birine ayrı ayrı hayran kalıyorum!


Sonra akvaryum bölümü var. Lepistesler, betalar, japon balıkları... Deniz anaları korkulu rüyamdır. Bu yüzden deniz analarının çoğaldığı mevsimlerde denizi onlara terkederim. Ayak parmağımı dahi denize sokmam. Bu fotoğraflarda gördüğünüz deniz anasına ise tek kelimeyle h-a-y-r-a-n kaldım! Bildiğin neon pembe! Tabii koynuma alıp yatacak değilim ama bu rengine ve beneklerine aşık olmama engel değil!


Pet shoplarda kedi, köpek satılmasına karşıyım! Türkiye'de de yasalar ile engellenmesini istiyorum. Türkiye'ye geldikçe ve küçücük kafeslerde, pis şartlarda, sevgiden yoksun yaşayan kedileri, köpekleri gördükçe çok üzülüyorum. İsviçre'de ve bildiğim kadarıyla Fransa'da pet shoplarda kedi, köpek satılması yasal değil. Hiç görmedim. Gerçi kuşları bile kafeste görmek hoşuma gitmiyor... Hoş bu kuşlar tamamen kafeslerde doğup büyüdüklerinden doğaya salındıklarında başlarının çaresine bakamıyorlar.

Kedi, köpek yok ama bu güzel gelinciği doğal hayatından uzakta, küçük bir kafesin içinde kıvrılmış uyurken görünce kötü hissediyorum. Uzun süredir orada yaşıyor. Sırf insanız, onlara göre bir takım avantajlarımız var diye hayvanlara böyle bir esaret hayatı yaşatmamız çok acımasızca!

İşte benim sığınaklarımdan biri de bu Botanik...Canım sıkkınken gidip, içinde biraz dolaşıp hiç para harcamadan yenileniyorum! 

Hamiş: Fransa'da gelincikler koruma altında. İki yıl önceki ev sahibim söylemişti. Evine bir gelincik girmiş ve mobilyalarını kemiriyormuş. Korkutup kaçırmaya çalışıyordu. Artık Türkiye'de de hayvan hakları konusunda ciddi adımlar atılsa çok iyi olacak! Oysa hala güzel ülkemin sokaklarında hem de Ramazan ayında köpekler zehirleniyor, küçük cansız bedenleri çöp konteynırlarına atılıyor...



Chez Ma Cousine

Cenevre çok pahalı bir şehir. Dışarıda ortalama bir yerde yemek yemek isterseniz, çoğunlukla kişi başı en az 25-30 CHF (50 TL) yi gözden çıkarmanız lazım. Neyse ki tek tük de olsa hem uygun fiyatli hem de lezzetli yemekleri olan lokantalar da var.
Bunlardan bir tanesi de Chez Ma Cousine.  Salataları ve tek tip çorbasını saymazsak menüsünde ana yemek olarak sade ve sadece kızartılmış tavuk var.  Yani tek bir şey yaparım ama güzel yaparım diyen yerlerden. Biz ara sıra evde yemek olmadığında ve canımız tavuk istediğinde gidiyoruz bu tavukçuya. Bu akşamüstü biraz yürüyüş yapıp açılalım diye Yener ve yıllanmış dostumuz Özgün ile Cenevre'ye inmiştik. Pek sevgili yağmur tam biz göl kenarında avare avare yürürken bastırdı sağolsun. Hem yağmurdan kaçalım hem de karnımızı doyuralım diye kendimizi Chez Ma Cousine'e attık.

Az önce de söylediğim gibi menüde tek seçenek var ki bu restaurantlarda menüye bakıp yemek seçene kadar sıkıntıdan doyan biri için çok güzel bir durum. Ohh kafan rahat. Bir yemeği seçince aklın diğerinde kalmıyor. Garsona pizza sipariş ederken, gözünün önünden soslu makarnalar resmi geçit töreni düzenlemiyor. Vermen gereken tek karar ne içeceğin ki o da pek zor olmasa gerek.

Yarım tavuk, patates kızartması ve yeşil salata bir arada geliyor. Tavuğun yanına isterseniz kendi hazırladıkları özel kahverengi bir sos da getiriyorlar. Ben pek sevmiyorum... Biz her gittiğimizde doymuş ve memnun kalmış olarak ayrılıyoruz. Nitekim bugün de öyle oldu. Yener ve Özgün'ün yüzlerindeki ifadeden de belli oluyor sanırım.


Aranızda yolu Cenevre'ye düşenler olursa: tam da eski şehrin merkezindeki bu küçük restauranta bir şans verin derim.

Hamiş: Menü 14.90 CHF.
Internet adresi: http://www.chezmacousine.ch/

Bir Efsaneydi Efsaneydi 90'lar da Çocuk Olmak #2

Evet 90'ları özleyen sevgili nesilim ve merak eden tinimini yeni nesil (biliyorum artık tiniminiliğiniz kalmadı sizler de kocaman oldunuz.), serimizin bu ikinci bölümüne hoşgeldiniz efendim.
Bakalım tozlu raflardan neleri çıkaracağım bugün önünüze:

Cadı Sila desem mesela? Evet, Hügo'nun ailesini kaçırıp kafese tıkan o vamp kadın! Oyunda hügo ölünce Sila'nin o siyah tırnaklarıyla tırnaklarıyla tık tık tık bilgisayarın camına vurma sesi hala kulaklarımda!


Bilgisayar oyunlarından başlamışken, atari salonlarıyla devam edelim. Atari salonlarında harçlığımızın yettiği kadar jeton alır, oynayacağımız oyunun sırasına geçer, bizden önce oynayanları izlerdik. Efsane oynayanlar olurdu. O sıralarda beklerken birileri mutlaka 'Ahmet var ya Street Fighter'da oyun sonu getiriyor, hem de her oynadığında' derdi. Bu arada ben de Chun-Li ile oyun sonu getirirdim :)


90'larda çocuk olup He-man veya She-Ra izlemeyeniniz var mıdır aranızda? Arada ortak bölümleri de olurdu bu çizgifilmlerin. Genelde kızlar She-ra'yı, erkekler ise He-Man'i ''daha çok!'' severlerdi.


Tabii ki Taso'ları unutmadım. Bütün çocuklar taso toplarlardı. Sonra da bulduğumuz ilk merdivenin basamaklarına oturur tasolarımızla oynardık. Tasonuz başka bir tasoyu 'Yerdi.', artık yediği o taso da sizin olurdu. Taso'ların en makbulleri çizgi film karakterlerinin etrafında halkalar olanlarıydı. Bunlara galiba 'Mega Taso' gibi bir şey derdik. Yanlış hatırlıyorsam düzeltin lütfen.


Su savaşları yapardık bol bol. Bazen hortumlarla, bazen pet şişelerle, bazen poşetlerle bazen de yüzüklerimizle! Bu yüzükleri hatırlayan var mı aranızda?


ve sevgili Çimkafa'lar! Çimkafa adamları unutmak mümkün mü? Bu adamcıklar keltoşken alınır, saçları çıksın diye itinayla sulanırdı.


Bu seri 90'lara dair tüm özlediklerimi paylaşana kadar devam etsin istiyorum. O kadar çok şey özlüyorum ki, daha uzunca bir süre okuyacaksınız sanırım :)

Hamiş: Bugün pazartesi ve 'Vidyo'larla haftanın çetelesi' serisini yayınlama günüm, farkındayım. Fakat vine videolarını direkt olarak blogda paylastigimda, blogu oldukça yavaşlattıklarını farkettim.  Bu yüzden yeni bir yöntem düşünene kadar Vine serisini erteleyeceğim sanırım.

Bir Efsaneydi Efsaneydi 90'lar da Çocuk Olmak #1

80'lerin tam ortasında doğmuş, çocukluğunu doksanlarda yaşamış biri olarak zaman zaman inanılmaz bir özlem duyuyorum 90'lı yıllara...

Başlıktan da anlayabileceğiniz gibi hem kendi özlemimi biraz olsun giderebilmek, hem de benim gibi 90'larda çocukluğunu yaşamış arkadaşlarla hep beraber o günleri hatırlamak için yeni bir seri başlatıyorum.

O zamanlar sanki herkes daha içten, her renk daha parlak, her şey daha eğlenceliydi. Akıllı telefonlar ve onlara yapışık yaşayan çocuklar yoktu. Akşam annelerimiz camlardan bağırmaya başlayıncaya kadar sokaklarda koşturur, saklambaç, yakartop, lastik, kovalamaca ve envai çeşit oyunlar oynar, toz içinde kalırdık.

Sulugöz isiminde bir sakız vardı mesela. Kim en çok sulugözü aynı anda ağzına atıp gözü yaşarmadan çiğneyebilecek diye yarışırdık.
Sarı telefon klubeleri vardı. Bir yerlere telefon edilecekse,  bu klübelerden jeton bitene kadar konuşulurdu. Mutlaka içine girer dışardaki arkadaşınıza şu pozu verirdiniz :))) :



Müzik kasetlerimizi istediğimiz şarkıya gelebilmek, bazen de bozuk bir kısmını düzeltmek için kurşun kalemlerle sarardık.


Capri-sun vardı. Önce içer, sonra pipetinden içerisine hava üfler ve yerde BOMM! diye patlatırdık (Önce hüpletir sonra gümletirdik).


Cino'ların en çok portakallısını severdim ben.


Spice Girls daha ayrılmamıştı. Biz mahalleden bir kaç arkadaş bu grubun parçalarına kendi aramızda kareografiler icat eder, sonra anne babalarımızı karşımıza oturtur, onlara gösteri yapardık.


 Her evde biriktirilen ansiklopediler, kitaplığın baş köşesinde dururdu. 


Kokulu arı maya silgilerimiz vardı. Her çocuk bu silgilerden almak isterdi. Durmadan koklardık. Sonra kanserojen dediler, topladılar bu silgileri.
 Yine kokulu kalemlerimiz vardı. Kimisi üzüm kokardı, kimisi çilek... 
Sonra panço cipsler vardı. Bu cipsleri yemek bir seromoni isterdi: Poşeti önce bir elimizle altından sıkıştırıp diğeriyle şişen kısmını vurarak patlatır,ardından afiyetle yer ve son olarak da birer birer parmaklarımızı yalardık.


Şu yukarıdaki fotoğraflara baktıkça suratımı aptal bir gülümseme kaplıyor. Eski günleri hatırlıyor ve özlüyorum. Umarım sizlerde de aynı etkiyi yaratmıştır... 

Serinin bu ilk paylaşımını akıllara zarar bir reklamla bitirmek istiyorum. ''Neee reklam mı?'' demeyin, bir sürü bloggerın: yok efenim tatil sigortası, facebookda iş yok mu, bilmemneee reklamlarını tıklayıp okuyorsunuz ama. Bakın hatrım kalır şu alttaki CapriSun reklamını izlemezseniz. Hem çözünürlük de çok iyi, HD kalite :P


Çılgın Festival

Geçtiğimiz Cumartesi günü Cenevre'nin ünlü 'Lake Parade'i vardı. Bu Lake Parade ne ola ki? diyenler için anlatayım: Son on yıldır Cenevre'nin en ünlü etkinliklerinden biri. Parade'in türkçe karşılığı geçit, yürüyüş, vb. olsa da bir çeşit festival de diyebiliriz sanırım. Bazı firmalar sponsor oluyor ve yaklaşık 20 tane otobüsü dekore edip, süslüyorlar. Her bir otobüste DJ'ler oluyor ve çoğunlukla techno, trance, house muzikler çalıyorlar ve otobüsler gölün etrafında dolanmaya başlıyor. Otobüslerde yer almak için şansını denemek isteyen insanlar erken saatte otobüslerin harekete başlayacağı yere gelmek durumunda. Cenevre'deki en büyük etkinliklerden biri olduğundan katılım da çok oluyor. İnsanlar değişik kostümler giyip, otobüslerin arkasından, yanından yürüyor, dans ediyorlar. Bu arada otobüslerin içerisindeki insanlar da dans ediyorlar tabii.

Biz Cumartesi günü dışarı çıkarken tamamen unutmuştuk Lake Parade'i. Evde bunaldığımızdan, şehire gidelim, biraz gölün etrafında yürüyüş yapar, açılırız diye düşünerek çıktık yola. Trafiğin sıkışıklığını, bazı yolların kapatıldığını görünce hatırladık festivalin o gün olduğunu. Eh şehre kadar inmişken Lake Parade'i izlemeden dönmek olmazdı :).

Her yıl olduğu gibi bu yıl da sokaklarda oldukça renkli kostümler ve insanlar vardı. İnsanların bu kostüm seçerkenki özenlerine, yaratıcılıklarına hayranım. Ben bu tip kıyafetli etkinlikler konusunda oldukça sıkıcı bir insanım. Halloween'da bile maksimum kostümüm: kafama taktığım tavşan kulakları ile sınırlı. Neyse ki dünyada insanlar çeşit çeşit de böyle festivallerde renkli görüntülerle karşılaşabiliyoruz. Yoksa bir şehir dolusu tavşan kulaklı insan geçiş töreni yapsa, ıyyy çok sıkıcı!

Artık ben susayım ve cumartesi günü Cenevre'de nasıl bir ortam olduğunu fotoğraflar anlatsın:



İki tane de video çektim:




Haftanın Videolu Çetelesi - #2

Eveeeet, yeni serinin ikinci bölümüyle karşınızdayım :)
Geçtiğimiz hafta yine vine ile kısa videolar çektim. Vaktimin çoğunu köpeklerle geçirdiğimden videolarda da başrolde yine onlar var. Bakalım hoşunuza gidecek mi?

Biz bir apartmanın zemin katında oturuyoruz. Büyükçe bir terasımız var ve ben evde olduğumda, hava da güzelse zamanımın çoğunu terasta geçiriyorum. Cenevre'de yaz kısa sürüyor ve yazın dahi günlerce yağmur yağdığı, havanın 20 derecenin altına düştüğü günler oluyor. Dolayısıyla güneşli günlerde işten eve döndüğümde hemen kendimi terasa atmayı, güneşi iliklerimde hissederken ayaklarımı uzatıp kitabımı okumayı, internette gezinmeyi ve yemek sofrasını terasa kurmayı çok seviyorum. İki kat üstümüzde Yunan bir çift oturuyor ve çok sevimli Mona isiminde bir köpekleri var. Mona Yener'le beni çok seviyor. Dışarda karşılaştığımızda falan çıldırıyor, üzerimize atılıyor. Sahipleri de oldukça şaşırıyor bu duruma. Terastayken Mona'yı çağırdığımda hemen kafasını balkonlarından aşağıya uzatıp bana bakıyor:
Bu hafta annemin Türkiye'den getirdiği mantıları yaptık ve terasta afiyetle yedik:

Yine bir teras anı, Serena ile özel dansımız:
Cumartesi günü annem ve Yener'le pizza yemeye gittik. Ben en çok rokalı ve parmesanlı pizza seviyorum:
Bu haftaki çetelem burada bitiyor. Yeni videolarla bir dahaki Pazartesi görüşmek üzere :)







Unutmayın!

11 Temmuz 1995.
18 yıl önce bugün.
Bosna Srebrenica'da, BM'in ve bütün dünyanın gözleri önünde İkinci dünya savaşından sonraki en büyük katliam gerçekleşti.
Binlerce insan öldü.
Öldü.


Bu katliama tanık olan ve ailesini de Srebrenica'daki o korkunç günlerde kaybeden Hasan Nuhonoviç'in anılarından bir bölümü paylaşmak istedim:

----------------------------------------------------------------------------------------------------
1992 yılında başlayan Bosna Savaşı’nda, Sırplar çoğunlukla müslümanların yaşadığı Doğu Bosna'da büyük oranda etnik temizlik yapmışlardı. Bosna'nın en doğusunda, Sırbistan sınırında yer alan Srebrenica ise direnişine devam ediyor, Bosna Sırplarının Belgrat'la aralarındaki engellerden birini oluşturuyordu. Binlerce insan savaştan önce 10 bin kişilik nüfusunun 8 bin'i müslüman olan Srebrenica'ya sığınmış, böylece kasabanın nüfusu 60 bine yükselmişti. Kış ayları olmasına rağmen on binlerce insan sokaklarda yatıyor, bunun yanında açlık bütün şehri kasıp kavuruyordu. Miloşeviç'in eski korumalarından polis şefi Nasır Oriç liderliğinde Boşnaklar, Srebrenica'yı kahramanca savunuyorlardı. Ancak bir süre sonra cephane ve yiyecek tükenmeye başlayınca direniş de kırılmaya başladı.
Buraya konuşlandırılan BM Barış Gücü askerleri ise değil buradaki sığınmacıları dışarıdan gelen yardımları bile korumaktan acizdi. Bu yardımlar Sırpların bilgisi ve izni olmadan kasabaya sokulmuyordu. Sırplar kasabaya gelen tüm yardım konvoylarını engelliyor, nadiren izin verdikleri yardım konvoylarındaki yiyecek ve içecekleri zehirliyorlardı. Ancak bu yiyecekler ihtiyaç sahiplerine ulaşmak yerine kısa sürede karaborsacıların eline geçiyor ve fahiş fiyatlarla satılmaya başlıyordu. Kasaba’da her gün 20-30 kişi açlıktan ve hastalıktan ölmeye başlamıştı. BM askerlerinin burada korumakla görevli oldukları insanlara karşı takındıkları iğrenç tavır da yaşanan trajediyi bir kat daha artırıyordu. Kendilerinden yiyecek ve yardım istemeye gelen kadınları, verececekleri bir paket sigara veya bir parça yiyecek karşılığında cinsel ilişkiye zorluyorlardı. Burası adeta her türlü saldırıya açık, yardım ve destekten mahrum meşrulaştırılmış bir toplama kampına dönüşmüştü.
Sırplar dünyanın en büyük ordularından olan Yugoslavya ordusunun tüm imkanlarıyla şehri ateş altında tutarken, müslümanlar bölgeye uygulanan silah ambargosu nedeniyle hafif silahlarla, o da atacak mermi bulabilirlerse direniyorlardı.
………
11 Temmuz 1995, sıcak bir yaz sabahı, Ratko Mladiç, Holllanda askeri gücün hiçbir direnişiyle karşılaşmadan büyük bir zafer kazanmış komutan edasıyla Srebrenica'ya girdi.  Silahlardan arındırılmış kenti ele geçirmek Sırplar hiç de zor olmamıştı.
Şehrin düştüğü akşam katliamlar devam ederken, New York da bulunan BM Barış Koruma Misyonu Şefi Kofi Annan’a durumu yazılı olarak bildiren BM Özel temsilcisi Akashi raporunda şu tuhaf ifadeye yer veriyordu: “Konvoy halinde ilerlemeye çalışan Boşnakların yakınlarında patlayan bazı patlayıcılar, grup içerisinde paniğe yolaçıyor.”10 Oysa bu esnada insanlar dağlarda ve yollarda vahşi hayvanlar gibi kıtır kıtır doğranı-yordu. 
Felaket yalnızca Srebrenica’nın düşmesiyle kalmadı. Şehrin düşmesinden sonra yaklaşık 25.000 kişi büyük bir korku içinde Srebrenica yakınlarındaki Potoçari köyündeki BM Hollanda askeri kampına doğru kaçmaya başladılar. Bunlardan 6.000 kadarı kampa girmeyi başarırken geri kalanı ya kampın çevresinde toplandılar veya Tuzla’ya gitmek üzere dağlara kaçtılar. Srebrenica’dan kaçan bu insanların peşinden yarım saat sonra kampın kapısına kadar gelen General Mladiç, "Kimseye bir kötülük yapılmayacak, zarar verilmeyecek!" diyor ve elindeki çikolataları Sırp kameraları önünde Boşnak çocuklara dağıtıyordu.
Potoçari kampında ve çevresinde toplanan binlerce Boşnak korku içerisinde bekleşiyordu. Hollandalıların Srebrenica’yı hiç bir zorluk çıkarmadan teslim ettiğini gören Mladiç, Albay Karremans’la yaptığı bir toplantıda aşağılayıcı bir üslupla kampın içindeki ve etrafındaki Boşnakların bir an önce kendisine teslim edilmesini istiyor, aksi takdirde kampı bombalayacağı blöfünü yapıyordu. Mladiç, adil bir yargılamadan sonra savaş suçu işlemeyen erkeklerin serbest bırakılacağını, kadınlarla çocukları sağ salim Tuzla’ya ulaştıracaklarını söyledi. Sonunda korkulan oldu ve Hollandalılar, mültecileri, kampı büyük bir kuşatma altında tutan Sırplara teslim etmeye karar verdi. Bundan sonra kampta bulunan tüm Boşnaklar, Hollandalı BM askerleri tarafından silah zoruyla dışarı çıkmaya zorlandılar. Kendilerinin Sırplara teslim edildiğinde öldürüleceklerini söyleyen Boşnakların feryatlarına ve çığlıklarına aldırış etmeden onları zorla Sırpların ellerine teslim ettiler11. Bu insanlara hiçbir şey yapmayacağını söyleyen Sırplar 11 Temmuz 1995 ile 17 Temmuz 1995 tarihleri arasında, kadınları ve çocukları ayırdederek yaklaşık 8 binden fazla genç ve yetişkin erkeği katlettiler.
En büyük katliamın 11-12 Temmuz 1995’te yaşandığını dile getiren Nuhanoviç, dünyanın üç günde 10 bine yakın insanın katledilmesine inanmak istemediğini; fakat Srebrenica’da tarihin gördüğü en büyük katliamın yaşandığını hatırlatıyor: “Şehri ele geçiren Sırp askerleri, bir merkezde topladıkları kadın ve erkekleri önce ayırdı. Sonra erkekleri dışarı çıkardılar. Bir kısmını hemen orada öldürdüler bir kısmını da ormana doğru götürdüler. Kadınların otobüs ve kamyonlara doğru koşmasını istediler. Yaşananlar tam anlamıyla trajediydi.”

----------------------------------------------------------------------------------------------------

Yazının tamamını şu adresten okuyabilirsiniz:

http://www.candundar.com.tr/_v3/#Did=3228

Lozan'da Gezmece

Lozan'ı tek bir cümleyle anlat deseler: Leman gölü kıyısına kurulmuş, temiz havasıyla, yeşil doğasıyla ve genel sakinliğiyle tam bir İsviçre şehri derim.

Geçtiğimiz pazar, havaların da güzel olmasını fırsat bilip kendimizi Lozan'a attık. Kathedralinden başlayarak Lozan sokaklarında dolanıp yorgunluğumuzun acısını Leman gölünün kıyısında nefis göl manzarasına karşı çıkardık. Lozan'dan bahsedip yokuşlarından bahsetmemek olmaz. Benim gibi bir Çukurova çocuğu için o biri bitip biri başlayan yokuşlar, bir türlü bitmek bilmeyen merdivenler uzun vadede oldukça can sıkıcı :),  tek bir günde ise akşamına ''Ahh anammmmm bacaklarım koptu, çok yoruldummm.'' demek için son derece yeterli !

Lozan'da geçirdiğimiz keyifli bir günden geriye bu fotoğraflar kaldı:

Lozan Kathedrali:




Şansımıza karşımıza çıkan bit pazarı:


Lozan eski-şehir merkezinden bir görüntü:


Ünlü Ouchy Şatosuna uzaktan bir bakış:


Biliyorsunuzdur, Olimpiyat komitesi Lozan'da bulunuyor. Bakın Pazar günü, bir sonraki olimpiyatlara bu kadar gün ve saat varmış:


ve yazıyı bize yokuşlu Lozan sokaklarını unutturan manzara ile bitiriyorum:

Haftanın Videolu Çetelesi

Herkese Merhaba!
Bugün itibariyle blogda yeni bir seri başlatıyorum. Bilmeyenler için: Vine twitterın satın aldığı bir video paylaşma uygulaması. Ben de bir süredir bu uygulama ile acaip eğleniyorum. Henüz öğrenme aşamasındayım, kendi çapımda videolar çekiyorum, umarım gittikçe daha da
profesyonelleşeceğim :)
Hal böyleyken her hafta, o hafta içinde çektiğim videoları blogdan paylaşmaya karar verdim. Hem o hafta içinde neler yapmışım kısa bir özet geçmiş olurum hem de sizleri de biraz eğlendiririm belki :)
Bu videoyu Candan'la çalışmaktan bunaldığımız bir öğle arasında çektik. Amaç: Yok!
Cenevre'nin kafası karışık. 3 gün güneş açıyorsa 3 gün de yağmur yağıyor.
Cuma günü CERN'de Çukurova grubu olarak küçük bir kokteyl düzenledik. Dün annem, Yener ve iki misafirimizle (Shadow ve Serena) Lozan'a gittik. Gezinin tadını en çok Shadow ve Serena çıkardı! Bu amcaya da Lozan'da rastladık ve hayran kaldık :) Vine serisinin ilk yazısı burada bitiyor. Umarım hoşunuza gitmiştir.




İkilemler

Gitmek-kalmak,
gülmek-kızmak,
evet ya da belki hayır,
sarılmak-arkanı dönmek!?,
içine atmak-yüzüne kusmak,
sonuna kadar çabalamak-boşvermeyi bilmek,
çay-kahve,
simit-poğaça,
ice tea-kola,
kara kalem-yağlıboya,
Kesmeşeker-Karapaks,
Edward Scissorhands - Eternal sunshine of the spotless mind,
dizi-film,
Deep Red-Miss Cherie,
dışarı çıkmak-evde PTT (pijama,terlik,televizyon),
siyah kalem-eyeliner,
deniz-yayla,
5 yıldızlı otel- şirin bir pansiyon,
bahçeli ev-apartman katı, ....
Ah ne çok seçim yapmamız gerekiyor bu hayatta...Almamız gereken ne çok karar var.
Hangisi doğru, hangisi yanlış? Peki kime göre doğru, neye göre yanlış?

Kafada deli sorular, her bir soruda alınması gereken yeni kararlar...

Belki de ihtiyacım olan tek şey şöyle çifte kavrulmuş, iyice köpüklü bir fincan türk kahvesi...yanında dost sohbeti...Türk kahvesi yogadır diyen sevgili arkadaşıma selam olsun...Kafamda bir soru işareti: Şekerli mi olsa - az şekerli mi ?


Hayat Tüneli

Baştan uyarıyorum. Birazdan okuyacaklarınız acı dolu, ölüm kokan ve insanlığın en karanlık zamanlarında geçen gerçek bir hikayeye aittir....

Yıl 1993. Bosna savaşı başlayalı 1 yılı aşmış. Saraybosna'da durum çok kötü. Şehir Sırplar tarafından kuşatılmış. Çetnikler (Sırp çeteleri) bir yandan şehre kurşunlar, bombalar, top mermileri yağdırırken bir yandan da keskin nişancıları kadın, yaşlı, çocuk demeden Bosna'lı müslümanları öldürmek üzere nişan alıyorlar...Halk perişan. Yiyebilecekleri ekmekleri, yaralılarını tedavi edebilecekleri tıbbi malzemeleri, kendilerini korumak için kullanabilecekleri silahları yok. Bu en karanlık günlerde gerekli tıbbi ve gıda malzemelerini ve en önemlisi silahları taşımak için bir tünel kazma fikri doğuyor. Sida Kolar isimli yaşlı kadın ailesinin evinin altına bir tünel kazılmasına izin vererek Saraybosna'nın kurtulması için belki de en büyük adımı atıyor. 800 metre uzunluğunla 1.60 metre yüksekliğinde olan tünel, Dobrinya ve Butmir'i birbirine bağlayacak şekilde yapılıyor. Yüzlerce ölü veren, açlık içerisindeki Saraybosna zifiri bir karanlığın içerisindeyken bu tünel sayesinde kente tekrar bir ışık doğuyor...Sırplar tüneli defalarca bombalayarak yok etmeye çalışsalar da neyse ki başarılı olamıyorlar.

Tünelin bulunduğu yeri gösteren doğru dürüst tabelalar olmadığı için uzun uğraşlar sonunda da olsa tünelin girişine ev sahipliği yapan iki katlı evi bulduk.

Tünelin altında bulunduğu ev

Evin bir kısmını müze haline getirmişler. Burada tünel kazılırken insanların giydiği kıyafetleri, taşınan konserveleri, silahları, çeşitli gıdaları, tünelin yapıldığı malzemeleri sergiliyorlar.

Müzenin bir kısmı (Savaş sırasında kırılmayan cam kalmamış)

Tünel'e doğru giderken yerde bir bomba görüyorsunuz. Bu bomba 8 kişinin ölümüne neden olmuş. İnsanlar yaşayabilmek için ulaşmaya çalıştıkları tünelin sadece bir kaç adım ötesinde ölümle kucaklaşmışlar...


Daha sonra evin başka bir odasında savaş zamanını ve tünelin yapım aşamasını anlatan inanılmaz etkileyici kısa bir film izledik ve tünelin hala açık olan 25 metrelik bölümüne girdik...

Kısa filmi izlediğimiz oda

 O daracık eski tünelde, loş ışığın altında hissettiklerimi size anlatmam mümkün değil... Sanki her bir tahtasına her bir metrekaresine çaresizlik, acı, zulüm sinmiş... İçeride geçirdiğim kısacık zamanda her zamanki gibi hayallere daldım: Kimbilir kimler, neler hissederek geçmişti hayat tünelinden...Çocuklarına yiyecek ekmek götürmek için telaşlı adımlar atan bir baba, insanları korumak için silah taşıyan gençler ve kimbilir daha kimler...


Tünelin çıkışı

Tünelin çıkışında iki küçük kız kendi boyadıkları tünel hatıralarını satıyorlardı. Hiç bağırmadan, bir şey sattıklarını duyurmadan, ellerinde sepetleriyle evin çıkışında oturuyorlardı. Hatta ben ilk başta farketmedim bir şey sattıklarını, Candan görmüş. Bana söyleyince hemen gidip bu küçük taşı aldım geçmişleri acıyla bezeli Bosna'nın güzel çocuklarından...



Hamiş: Artık hepiniz biliyorsunuzdur:1 Temmuz'da Google Reader kapanıyor. Dolayısıyla takip ettiğiniz blogları Bloglovin'e aktarmanız gerekiyor. Beni Bloglovin'de takip etmek için tam da buraya tık!